Rüstem KOCADURMUŞOĞLU
Bilge Ata
ÖZ GEÇMİŞİM VE KÖKENİM…
Anadolu Yaylasının Görkemli Dağları Torosların Güney Bölümündeki Ön-Türklerin öz yurtları olan Çukurova’ya yerleştirilmiş OĞUZ BOYLARINDAN KAYI BOYUNA MENSUBUM. Kaşkarlı Mahmut’un verdiği bilgiye göre, Oğuz Boylarından, sayılamayacak kadar çok oymaklar türemiştir. {Soysalı Bilgeata TIKLAYINIZ} Nüfusta 5/Mart/1939 yılında doğmuş olduğum yazılıysa da asıl doğumum 1938 yılında olmalıdır.
. OĞUZ BOYLARI .
BOZOKLAR ÜÇOKLAR
GÜNHAN, AYHAN, YILDIZHAN< - >GÖKHAN, DAĞHAN, DENİZHAN
Kayı, Yazır, Avşar, < - > Bayındır, Salur, Iğdır
Bayat, Döğer, Kızık, < - > Peçenek Eymür, Buğduz,
Alkaevli, Dodurga, Bedilli, < - > Çavuldur, Alayuntlu, Yıva
Karaevli, Yaparlı, Karkın, < - > Çepni, Yüreğir, Kınık
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU
Devlet büyük savaşlardan çıkmış, Millet alabildiğine yoksul düşmüştü. 3x3=9 M2 lik tek gözlü bir ev olan bir odada dünyaya gelmişim. Altı nüfuslu ailemin yemesi, içmesi, yatması, yemek pişirmesi, ununu, bulgurunu, kışlık yiyeceğini, yüklüğünü, yıkanmasını daha ne gibi ihtiyaçları varsa hepsini 3X3 lük bir odada yaptığını, bu günün kuşakları kolay kolay anlayamazlar. Bizim kuşaklar savaşların, kırımların, yangınların, kıtlıkların, şehit ve gazilerin yoğun olarak yaşandığı devirlere komşu olarak doğmuş, bundan dolayı da şükretmesini çok yoğun olarak yerine getirmiş saygın bir kuşaktır. Yeni kuşaklar, buldukça, aldıkça, daha çok, daha çok demekte, elde ettikleriyle mutlu olamamaktadırlar. Neredeyse Milletimizin büyük çoğunluğu koyu bir sefaletin pençesinde yüzüyorduk. Sefaletimizden şikâyetçi değildik. Yeter ki, Vatanımız aşağılık sömürgecilerin eline düşmesin diyorduk. Köyler boşalmış, yanmış-yıkılmıştı. Bizlere böyle tek odalı bir evde yaşamanın ağır geldiğini hiç hatırlamıyorum. Bu oda çalılardan örülmüş, sonra çamurla sıvanmış bir oda idi. Üstü HUĞ denilen otlarla örtülüydü. Yağmurların uzun süreli ve sıkça yağması sırasında elimizde tepsi, akan yerlere tepsi tutardık. Yataklarımız akmayan yerlere sererdik. Daha sonra kerpiçten uzunca bir oda yaptık. İnek, öküz, sıpa, tay, saman, buğday, yiyecek-içecek cümbür cemaat burada yatmaya başladık. Kışın hayvanların nefesi burayı daha iyi ısıtıyordu. Büyük ağabeyim {AGAM} Battal Turan evlenmiş, küçük odaya yerleştirilmişti. 20-25 kilometre uzakta olan Ceyhan’a ya at, ya eşekle gidilirdi. At arabası, öküz arabası çok azdı. Çoğunlukla yaya gidilirdi. Kışın çamurlu yollarda bu yolu yürümek çok zordu.
Doğumumdan hemen sonra İkinci dünya Savaşı çıktı. Zaten Birinci dünya Savaşı ile İmparatorluğumuzu kaybetmiştik. Seferberlik ilan edilir edilmez Merhum Amcam Hacı Ali KOCADURMUŞ cepheye koşmuş, Sina cephesinde yıllarca çarpışmıştı. Bu uğursuz Savaşta Koskoca Vatanımız yıkılmış gitmişti. Amcam Merhum Hacı Ali KOCADURMUŞ, Gazze’de İngiliz Emperyalistlerine tutsak düşmüş, yıllar sonra ancak tel örgüleri yararak, yalın ayak-başıkabak Ceyhan’ın Soysalı Köyündeki evimize ulaşabilmişti. Şimdi torunları Ceyhan’ın Çakaldere Köyündeler.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU - Bilge Ata
MÜFREZE
Birinci Dünya Savaşında Koskoca Cihan Devleti Yüce Türk İmparatorluğumuz yıkılmış, 1918 Mondros Mütarekesiyle Aziz Vatanımız Anadolu, işgal edilmeye başlanmıştı. Babam Kayseri’deki Hunat Hatun Medresesinde okumuş, İhtisasını da Adana’da Ramazanoğlu Külliyesinde yapmış bir Âlim idi. Amcamın tutsaklıktan kurtulması daha sonraları olmuştu. İşgal başlayınca Merhum Babam Ahmet KOCADURMUŞ Hoca Efendi: “Müstevli/İşgalci Küffarı Vatanımızdan kovmadıkça bize yemek-içmek haram olsun” diyerek ant içmiş, Amcam Reşit’i çağırarak Çukurova’nın Sırkıntı Bölgesinde ileri gelen 12 kişinin adını vererek: “Bunları Cihada çağır. Kendilerini yarın TUMLU KALESİN’DE kaba kuşluk vakti bekliyorum, ellerinde ne gibi silahları varsa getirsinler.” Diye göndermişti. 12 kişi kaba kuşlukta TUMLU KALESİNE çıkarak Babamın Buyruğuna girmişler. Yanlarında 3 mavzer, iki karadağ tabancası, iki adet dolma tüfek, iki kasatura, birkaç kama bir iki palaska getirebilmişlerdi.
O zamanlar Adana’nın çevresi Sarıçam Ormanlarıyla kaplıydı. Bir Fransız müfrezesinin yerli işbirlikçi Ermenilerin refakatinde Sis {şimdi Kozan}, Hacın {şimdi Saimbeyli} yönüne gitmekte olduğunu haber alan babam, mangası>müfrezesiyle Sarıçam Ormanlarında pusu kurarak işgalci Fransızlara saldırırlar. Bu saldırıda epeyce silah ve mermi ele geçirirler.
Babamın müfrezesi bu baskınlardan birisinde 7.5’ luk bir top, üç adet de top güllesi ele geçirmişler. Fransızlara ait silah yüklü bir trenin Antep, Maraş, Urfa hattına mühimmat taşıyacağını haber almışlar. Treni top ile patlatacaklarmış. Topu nasıl kullanacaklarını da bilmiyorlarmış. Trenin hareket gününü öğrenmişler. Misis İstasyonunun kuzey kısmında çalılık bir tepeye konuşlanmışlar. Tren İstasyona girmiş. Üstünde {tayyare} uçak uçuyormuş. Çeteler trenin lokomotifini hedef alarak topu lokomotife yöneltmişler, Bismillah diyerek alevi basmışlar. Top patlamış. Bir de ne görsünler, mermi üç-dört kilometre öteden Ceyhan Irmağına düşmüş. bir su havalanmış, meğer topun namlusunu çok yüksek tutmuşlar. Namluyu yeniden ayarlamışlar, çabucak ikinci gülleyi sürüp ateşlemişler, bu gülle 15-20 metre ileride bir tümseğe çarpmış. Fransızlar topun yerini tespit ederek hem uçakla hem de toplarla burayı dövmeye başlamışlar. Çeteler atlarına binerek Çakaldere Köyü yakınlarındaki tren köprüsünü kazma kürekle yıkmaya çalışıyorlarmış.
İstiklal Savaşımızın hop diye kazanıldığını sanabilecek genç kuşaklara ibret olması için anlatıyorum. Gençlerin arasında: “Üç mavzer, iki tabanca, bir iki kasatura ile koskoca Fransız Devletine kafa tutulur mu?” Diye düşünenler olabilir. O muhteşem atalarımızın bu emperyalistlere hem de çok sert kafa tuttuklarını görüp duruyoruz. Eğer onlar bu sefil emperyalistlere kelle koltukta kafa tutmamış olsalardı, şimdi, Şanlı Türkiye Cumhuriyetinde özgürlük içinde nasıl yaşardık?
Benim lisede okuduğum yıllarda, Kuvayı Milliye Derneklerinden bir heyet gelerek babama madalya ve berat vermek istediklerinde Rahmetli babacığım bunu kabul etmedi. Rahmetli AGAM/Büyük Abim} Battal Turan, Babama ısrar etmesine rağmen Babam: ”Biz, bu Savaşı Allah Rızası için yaptık. Madalya takarsak gururlanma olur, sevabı kaçar” diyerek reddetmişti. Ben de babamın hayırlı geleneğine uyarak bugüne dek Allah, Millet ve Devlet için yaptıklarımın hepsini Milletime helal ettim. Kötülere, vurgunculara, düzenbazlara, Milletimin sırtına basa-basa lâyık olmadıkları yerlere gelen ve oralardan Devlet imkânlarını sömüren aşağılık sömürgenlere haklarımdan zırnık miktarını helal etmiyorum.
TUTSAK İNGİLİZ SUBAYI VE TÜRK ETERİ
Merhum Gazi Amcam Hacı Ali KOCADURMUŞ ve Mehmetçikler Sina’da bir İngiliz subayını tutsak ederler. Falih Rıfkı Atay’ın; “Zeytin Dağı” adlı eserinde anlattığına göre bu İngiliz subayını, askerlerimiz yakalayınca bağırmaya başlamış. Askerlerimiz İngiliz subayını trene bindirerek kıtaya götürmeye çalışıyorlarmış. Bu sırada trenin penceresine koşan İngiliz subayı bağırmaya, yardım istemeye, trenden atlamaya çalışınca Merhum Gazi Amcam Hacı Ali KOCADURMUŞ; ayağındaki dolağı çıkartarak İngiliz subayının ağzına depmiş. İngiliz subayını kıtaya götürmüşler. Savaştan sonra İngiliz subayı anılarında: “Türkler beni tutsak ettiler. Ben bağırıyor, imdat çığlıkları atıyordum. Beni trene bindirdiler. Trenin penceresine koştum. Oradan kendimi aşağı atacaktım, buna fırsat vermediler. Türkler öyle güçlü bir ETER icat etmişler ki, ETERİ bana koklattılar. Ben bu güçlü eterin etkisiyle bir hafta baygın yatmışım.” demiş. İngiliz subayının kokladığı ETER, Amcam Hacı Ali KOCADURMUŞ’UN günlerce çakmak çakıp savaştığı sırada ayağından çıkaramadığı dolakmış.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU - Bilge Ata
İLKOKULDA OKUMADAN ORTAOKULA BAŞLADIM
Köyümüzde ilkokul yoktu. Bu yüzden okuyamadım. Köy imamından eski yazı Kur’an-ı Kerim okumasını öğrendim. Kendi kendime de yeni yazı ve çarpma, çıkarmayı öğrendim. 1953 yılının sonunda, 1954 yılının başında Adana İmam Hatip Lisesine kabul edilebileceğimi Babam haber verdi. Ben sadece, okumayı kendi kendime sökebilmiştim. Ceyhan’da sınav açıldı, bu sınava girerek hatıra binaen bana diploma alındı. 1954’ün başında yaşıtlarım lisede okurken, ben ortaokula başladım. Birinci sınıfa 120 kişi kaydolmuştu. Sınıf arkadaşlarım ilkokul bitirmişler, çakı gibi çocuklardı. Bana da “abi” diyorlardı.
COĞRAFYA DERSİ
Okula başladığım gün ilk ders coğrafya imiş. Ben coğrafya ne demekti, onu bilmiyordum. Sınıf mümessili {şimdi başkan deniyor.} Tahtaya bir harita astı. Bu harita çok büyüktü. Hocamızın adı Nusret idi. Nerede ise 1. karne verilecek olduğu için okula kaydolmamı istemiyormuş. O dönemde üç karne alıyorduk. Müdür kabul edince bana kin gütmüş. Beni tahtaya kaldırdı. “Adana ile Mersin’in arasını ölç” dedi. Koskoca haritada Adana nerede, Mersin nerede? Ara babam ara, bir türlü bulamıyordum. Ön sırada oturan Nuri Gökalp adında bir arkadaşım: “Abi aşağılara bak ” diye işaret edince, aşağıya baktım, Adana’yı gördüm. Bana bir cetvel verdiler. Hocamız: “Bu iki kentin arasını ölç” dedi. Cetvel nedir bilmiyordum. Köyümüze Darendeli pırtı satanlar gelir, onların tahta metreleri olurdu. Bu cetvel o metreye göre çok ufak görünüyordu. Cetveli aldım, iki kentin arasını ölçtüm. 17 cm. geliyordu. Hocamız küplere biniyor: “Sıfırlı bir cetvel verin” diye bağırıyordu. Ben cetvele bakıyordum, sıfır vardı. Kan-ter içinde bocalarken, Rahmetli Nuri: “Abi şu taraftan ölç “ diye eliyle işaret etti. O tarafı çevirince sıfırı gördüm. Oysa öbür yanda da sıfır vardı. Ama benim ölçtüğüm yöndeki sıfırın yanında 1 yerine 2 yazılıydı. Sonradan öğrendiğime göre bana verilen cetvel 20 cm’ lik cetvelmiş. Ben de 0 dan değil 20’nin sıfırından ölçüyormuşum. Bu ölçümde 3 cm. çıktı. Hocam pür hiddet: “yaz” diye bağırdı. Ben arkadaşlardan kalem kâğıt istedim. Bana bir kurşun kalem ve kâğıt verdiler. Hocam çok sert olarak: “tahtaya yaz” diye kükredi. Ben kalemle tahtaya yazıyordum, ama yazım bir türlü görünmüyordu. Sonradan öğrendiğime göre karatahta soba isi v.s ile boyanıyormuş. Hocamız hiddetle: “Bu sınıfta tebeşir yok mu?” diye gürledi. Bana tebeşir verdiler: “Bununla yaz” dediler. 3 rakamını yazdım. Hocamız: “Haritanın ölçeğini bul” dedi. Ben haritaya yeniden bakmaya başladım. Ölçek denilen yeri arıyordum. Bir türlü ölçek adını bulamıyordum. Ön sırada oturan çocuklar, alt tarafa bakmamı söylediler. Bakınca bir sürü rakam gördüm. Ben 20 kilo pamuğu 10 kuruştan satacak kadar bir şeyler biliyordum. Rakamları zar zor yazdım, ama ne olacağını bilemiyordum. Hocamız: “sıfır” diye bağırarak, öfke ile sınıftan çıkıp gitti.
Ben bu gönül kırıcı işleri yaparken, sınıf kahkahalarla gülmekten yıkılıyordu. Kendi kendime bunları aşmanın yolunun, bu arkadaşlarımdan en az dört kat daha fazla çalışmak olduğunu anladım. Kendime, nefsime, özüme söz verdim. Sözümü tuttum. Gecemi gündüzüme kattım, derslerime yumuldum. Bana ne Anam, ne Babam: “Oğlum, derslerine çalış” demediler. Çünkü onlar Köyde, ben ise Adana’daydım. Okuma azmi, araştırma merakı, sabır ve sebatımın sonunda, ortaokul ve liseyi sınıfta kalmadan bitirdim. 1960-1961 Eğitim yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünün sınavını bir ben, bir de Hikmet Çınar kazandık. Birlikte başladığımız arkadaşlardan başka kazanan olmadı.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU - Bilge Ata-
CEZAYİR'İN BAĞIMZISLIĞI VE TUTUKLANMAM
1955 Yılında ortaokul ikinci sınıftayken bir gün Veli Gün adlı arkadaşım bana: ”Gazetelerin yazdığına göre Hükümet BM’de Cezayir'in bağımsızlığı oylamasında Cezayir'in aleyhine oy verecek, Fransızları tutacakmış, ne düşünüyorsun?” diyerek bir gazete verdi. Haberi okur okumaz, taş binanın {şimdi burası bir anaokuluna verildi.} giriş kapısının hemen sağındaki 2-A sınıfının penceresinden atlayarak Erkek Lisesine gittim. Burada teneffüs sırasında önüme çıkan ilk sınıfa daldım. Öğrenciler şaşkın idi. Onlara teneffüse çıkmamaları için rica ettim. Öğretmen kürsüsüne çıkarak onlara Birleşmiş Milletler Oylamasını anlattım:” Cezayir’i yüzlerce yıl yönettiğimizi, aleyhte verilecek oyun Barbaros Hayrettin Paşa’nın kemiklerini sızlatacağını, İslam dünyasının kırılacağını anlattım.
{Not: Şu satırların yazıldığı 6 Mart 2011’de, Avrupalıya yaranmak için Libya’daki ayaklanmayı muhalifler kazanırsa terör kazanacak, beni destekleyin ya yoksa “Akdeniz’de Barbaros’un, Osmanlıların Avrupa gemilerine fidye ödettikleri zamana geri döneceğiz” şeklinde konuştu. Osmanlıya, Barbaros Hayrettin Paşa’ya minnet borçlarını hiçbir şekilde ödemeye güçleri yetmeyecek bu yüzbaşının Barbaros’un, Osmanlıların onlara yaptıkları gözlerine-dizlerine durmayacak mı? Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti, kendisini çölden alarak Türklerin yoksul gelirlerinden alınan vergilerle Kara Harp Oklunda eğittiğini nasıl inkâr edebiliyor? Oysa bunlar, Libya’yı çok kısa süre yöneten İtalyanlar İtalyancayı, Fransa’nın işgal ettiği Cezayir Fransızcayı, İngilizlerin işgal ettikleri Irak ve öteki ülkeler de İngilizceyi ana dil olarak kabul ettikleri gibi, Avrupalının bütün hayat tarzlarını benimseyerek dönüşmüşlerdir. Avrupalının hayat tarzları sözü için aykırı düşünenlere biz de deriz ki, Avrupalıdan bilimsel bilgileri almak başka şey, onların bohem hayat tarzlarını almak daha başka şeydir. Bu sömürgelerin Avrupa’nın ilmini, irfanını almadıklarını ise, içinde yüzdükleri gerilikten anlayabiliriz. Eğer Ulu Tanrım onların ülkelerine petrolü vermemiş olsaydı, çöl bedeviliğinden ebediyen kurtulamazlardı. Petrolün gelirlerini bilimsel bilgiye, teknolojik gelişmelere, ARGE’ye; {Targek Bilgeata TIKLAYINIZ} yatıracak yerde hovardalığa, lükse, israfa yatırmakta olmaları da Avrupa’dan sadece bohem hayatını aldıklarının en açık belgelerindendir. {Tübuk Bilgeata TIKLAYINIZ} Nitekim Dubai adlı küçük Arap şeyhliği, petrolün kazançlarını, 818 metre yüksekliğinde Burc El-Halife adını verdikleri binaya yatırdı. 2010 yılında da açılışı yapıldı. Bunun üzerine Dubai iflasa sürüklendi. Bu uyduruk beyinlilere, Türkler bilimsel çalışmalara yatırım yapın deselerdi, onlar bu önerileri düşmanlık olarak algılardı. Avrupalılar bina yapın, israf edin, sonra da iflas edin diyorlar, onlar bunu gelişmişlik sayıyorlar. Oysa Arap ülkeleri şimdiye kadar çıkarılan petrollerin gelirleriyle bilime, ARGE’ye yatırım yapsalardı, şimdi onlar dünyanın yeni Japonyaları olurlardı. Ama onların genetik kodlarına Türk düşmanlığı şifrelenmiş, onun yerine de Avrupa ve ABD sevgisi yerleştirilmiştir. {Not: Şu satırların yazıldığı 11 Mart 2011 tarihinde Japonya’da tsunami yaşandı.} Oysa eşsiz Osmanlı Atalarımız, buraları yüzlerce yıl yönettikleri halde Türkçeyi unutmuşlardı. Kendilerinin etnik kimliklerine saygı gösteren, dillerini, dinlerini örf ve adetlerini aynen koruyan Osmanlıya, Barbaros’a şükran borcu olan Kaddâfî gibi etniklerin, Avrupalıya minnet borçlu olduklarını sanmaları, sömürgeciliğin ne yaman bir dönüştürücü olduğunu göstermesi bakımından gerçekten şaşırtıcıdır.
Sonra sanat Okuluna gittim. Orada da aynı konuşmaları yaptım. Erkek lisesinden ve Sanat Okulundan üç yürekli kişi bana inandı. Birlikte Eski Valilik Binasına gittik. Bizi içeri almadılar. Tartışmamızı Vali Bey duyunca bizi makamına çağırttı. Konuyu sordu. Ben konuyu açıkladım. Bize çok kızdı. “Bir karış bacağınızla Devletin işine nasıl karışıyorsunuz, büyüklerimiz her şeyi bilir” dedi. Ben söz alarak bu tutumu protesto etmek için, Cumartesi günü İnönü Parkında miting düzenlemek istiyorum” dedim. Vali Bey, Ankara ile görüşeceğini, bize bilgi vereceğini söyledi. Oradan ayrıldık. Ben İmam Hatip Okuluna ulaştığım sırada polisler okulu bastılar, beni tutukladılar. İte kaka eski Valiliğin kuzeyindeki eski Emniyet binasına götürdüler. Basamakları çıkınca soldan ikinci odaya attılar. “Seni kim teşvik etti? Hangi yıkıcı teşkilata bağlısın” gibilerinden sorular sorarak, itip kakıyorlardı. “Ben hiçbir teşkilata bağlı değilim. O arkadaşları da ben topladım.” dedim. Polisler kendi yazdıkları kâğıtları bana vererek bunları imzala” dediler. Ben: “Okumadan imzalamam dedim.” Yeniden hiddetlendiler. Ben her şeye rağmen imzalamadım. Sonunda: “Ben cumartesi günü İnönü parkında miting yapacağım. Vali Beyden izin aldım” deyince hemen Valiliğe bir ulak gönderdiler. Vali Bey de çocuğu hırpalamayın, bırakın gitsin diye buyruk vermiş. Beni bıraktılar. Devlet Yöneticilerinin yanlış tutmalarına ortaokul ikinci sınıfta iken 1955 yılında bundan tam 56 yıl önce tepkim, Adana'da böyle başladı.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU - Bilge Ata-
ADANA'DA ARTİSTLERİ PROTESTO EYLEMİ
1950'li yıllarda ortaokulu ve liseyi bitirenler son sınıflarda yeniden sınava girerlerdi. Bir gün bir arkadaşım: “Adana Belediyesi Çay Bahçesine iki sanatçı gelmiş, dine imana küfrediyorlarmış, bunlara niçin dur demiyorsun?” dedi. 1950 yılının sonuna doğru Adana'da yaz aylarında çay bahçeleri açılmış, canlı müzik eşliğinde semaverli sunumlar yapılıyordu. Bunların en ünlüsü de zamanın Adana kabadayılarından Merhum dostum Asfalt Rıza'nın Emirgan adlı Çay bahçesiydi. Bu çay bahçeleri İstanbul Boğazındaki Emirgan Çay bahçesini model olarak almışlar, semaverli sunumlar yapıyorlardı. Olayların yaşandığı çay bahçesi eski Adana Belediye Binasının güney tarafı idi. Ben akşam bu sanatçıları dışarıdan dinledim. Lise son sınıf öğrencisiydim. Orta ve lise son sınıflar Adana'daydı. Sanatçıların programı alkıştan, ıslıktan yıkılıyordu.
O akşam sabaha kadar uyuyamadım. Sabahleyin okula gittim, gözüme kestirdiğim otuz kişiye; akşam benimle yazlık Işık Sinemasının önünde buluşmalarını tembih ettim. Ne olur ne olmaz düşüncesiyle birkaç kişiden başkasına da konuyu söylemedim. Buluştuğumuzda karanlık kavuşmak üzereydi. Herhangi bir saldırıya karşı kendimizi savunmak için hazırlık yapmıştık. Çay bahçesine girsek çay içecek paramız yoktu. Ama bu edepsizlere ve özellikle Adanalılara uyanmaları için bir dürtme gerekiyordu. Çay bahçesi açıldı. Yerlerde iri çakıl taşları vardı. Ne olur, ne olmaz diyerek kese kâğıtlarının içine taşları doldurduk. {O zaman kese kâğıtları vardı, keşke şimdi de olsa da naylon torba kirliliğinden kurtulsaydık.} Dört kişilik masalara üçer kişi oturduk. Hazırladığım 30 kişinin 15 ini dışarda çeşitli yerlere yerleştirdim. Bize karşı bir saldırı olursa onlar bizi savunacaklardı. 15 arkadaşımı da beş masaya yerleştirdim. Çay içmek istediğimizi soran garsonlara: “Bir arkadaşımız daha gelecek ısmarıçları {siparişleri} ondan sonra ısmarlayacağız.” diyorduk. Ben ve iki arkadaşım sahnenin tam önündeki masaya yerleşmiştik. Sahne ile aramızda bir adımlık uzaklık vardı. Arkadaşlar değişik masalardaydılar. Bu edepsiz sanatçıları önce ben protesto edecektim, sonra iş büyürse beş masadan protestolar yapılacak, böylece kitlesel bir protesto yapılıyor duygusunu uyandıracaktık. Bazen evdeki hesap çarşıya uymuyor. Zaman geldi çattı. O iki zibidi sahneye çıktı. Pisliklerini seyircilerin yüzüne üfürmeye başladılar:
“TÜFEK İCAT OLDU, MERTLİK BOZULDU. ZEKİ MÜREN İCAT OLDU, ERKEKLİK BOZULDU.
BENİM OĞLUM İMAM OLACAK, KÜÇÜCÜK KÜÇÜCÜK KIZLARA SULANACAK; KIZLARI BULAMAZSA, OĞLANLARA SULANACAK.”
Şeklindeki hezeyanlarını ortalığa saçmaya başladılar. Alkış tufan gırla gidiyordu. En çok ta kadınlar alkışlıyor, ıslıklar çalarak tempo tutuyorlardı. Ben ayağa kalktım, sesimin çıktığı kadar bağırarak:
“Müslüman din adamlarına hakaret edemezsiniz, sözlerinizi geri alın” diye bağırdım. Bu bağırışım öyle bir yankılandı ki alkış, ıslık yaygara bir anda yerini derin bir sessizliğe terk etti. Hiç kimse böyle bir çığlığı beklemiyordu. Adana'da öteden beri kabadayılar pavyonlarda bağırıp çağırırlarmış, böyle yerlerde bu tip kepazeliklere fazlaca rastlanmadığı için Adanalı Hemşerilerim tepkimi olağanüstü bir hassasiyetle algılamışlardı. Çay bahçesinin müşterileri arasında keyiflerinin kaçtığını düşünenler de vardı. Bu yüzden onlarla aramızda vuruşmalar yaşanmıştı. Küfürbaz sanatçılar benim protestoma karşılık mikrofondan bağırmaya başladılar:
“Biz burada program yapıyoruz. Siz kim oluyorsunuz da bizim programımızı kesiyorsunuz?” diyerek aynı teraneyi bir kez daha söylemek istediler. Ben yeniden ısrar ederek Müslüman din adamlarından özür dilemelerini istedim. Öbür masalardaki arkadaşlarımız da protesto etmeye başladılar. Bu sırada o iki rezil, yeniden aynı teraneye başlayınca ben masaya çıkarak elimdeki taşlardan birisini bu utanmazların kafalarına fırlattım, ardından da sahneye atlayarak, taş vuramadığım ikincisine yüklendim. Sille tokat kovalayarak sahneden uzaklaştırdım. Bu sırada müşterilerden çığlıklar kopmaya başladı. Arkadaşlarım bu kişilere alkış tutan seyircilerle çarpışmaya başlamışlardı. Ortalık karmakarışık olmuştu. Yıkılan, haykıran, çığlık atan üç-beş yüz kişi çılgınlar gibi kapılara koşuşuyor, izdihamdan nefes nefese kalıyorlardı. Vuruşa vuruşa dışarı çıkmaya çalışıyorduk. Destek güçlerimiz de savunmaya geçince seyirciler bize karşı vuruşmayı bırakarak canlarını kurtarmaya baktılar.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU -Bilge Ata-
GARSONLAR KIZGIN SULAR SAVURUYORLARDI
Hesapta olmayan bir direnişle karşılaştık. Meğer Çay bahçesinde 30-40 kadar yetişkin garson çalışıyormuş. Çay bahçesinde kazanlarla su kaynar, semaverlerle servis yapılırmış. Garsonlar, kaynar suları başımızdan aşağı savurmaya başladılar. Cayır cayır yanıyorduk. Buna rağmen onları püskürtmeyi başardık. Ben garsonlarla vuruşa-vuruşa yazlık Işık Sinemasının bilet gişesinin doğu tarafına ulaştım. {Yazlık Işık Sineması, şimdi yeni yapılan Büyük Şehir Belediye binasının yerindeydi.} Gişeyi siper almıştım ki, tam bu sırada bilet gişesi büyük bir gürültü ile üstüme yıkıldı. Kendimi kıyıya gücün atabildim. Bir de ne göreyim, iriyarı bir garson, kocaman bir taş alarak arkamdan koşuyor, bu taşı başıma vurmak istiyormuş. O sırada benim az arkamda bulunan Emin Kara {Şimdi Emin Tuğla Şirketinin mütevelli heyeti Başkanı-kendisi ayrıca Dayımın oğlu olur. Tam hafızdır} Bu garsonun durumunu fark edince ona saldırarak onunla birlikte bilet gişesini yıkmışlardı. Vuruşa vuruşa İmam-Hatip Lisesine ulaştık. Herkesi yerlerine yerleştirdik. Birkaç arkadaşımla birlikte Askerlik dersi Hocamız Binbaşı İbrahim Bey'in evine gittik.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU -Bilge Ata-
BİNBAŞI İBRAHİM BEY
İbrahim Binbaşı askerlik dersi hocamızdı. Okulumuz hakkında çelişkili bilgilere sahip olduğu için bunları yerinde görmek istiyormuş. Derse girmeye başladıktan sonra konular açıldıkça özellikle ben her derste birkaç konu hakkında kendisi ile tartışıyor, bizimle ilgili olan onun zihnindeki pürüzlerin giderilmesine yardımcı oluyordum. Bir gün geldi, İbrahim Binbaşı beni çağırtarak sağlıklı fikirler edindiği için bana teşekkür etmek istediğini açıkladı. Beni ve birkaç arkadaşımı evinde çay içmeye çağırdı. Evi eski Adliye binasının arkasında idi. Şimdi oradan E-5 karayolu geçmiş olmalıdır. Geç vakit kapısını çaldık. Bize kapıyı kendisi açtı. İçeri aldı. Konuyu biz açmadan o bize açıklama yaptı:
“Çocuklar! Siz bu konuyu daha önce bana anlatsaydınız, ben bu edepsizlerin Adana'dan dışarı gönderilmeleri için her girişimi yapardım. Olay patlak verdikten sonra gerekli girişimleri yaptık, o terbiyesizler şimdi Toros Dağlarına doğru yola çıktılar, Adana’yı terk ettiler” dedi.
Çay bahçesi davası mahkemelik oldu. Biz öğrenci olduğumuz için tutuksuz yargılama kararı verildi. Dava üç yıl kadar sürdü. Sonunda olayın ağır tahrik sebebiyle oluştuğuna kanaat getirilerek berat ettik.
56 yıl önce başlattığım Milli uyanış, Milli diriliş çabalarımın bugüne dek sözünü bile etmedim. Milletime helal olsun. O gün benimle bu direnişleri yapan can dostlarım arkadaşlarıma buradan nice bin selam olsun. Ölenlerine rahmet, kalanlarına hayırlı, bereketli, uzun yıllar dilerim.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU -Bilge Ata-
İSTANBUL’DA ÖĞRENİM YILLARIM
Yükseköğrenime başlarken Babam öldü. Benim de dayanağım yıkıldı. Çok az bir harçlıkla okula başladım. Kalacak yerim yoktu. Bazı arkadaşlarım Milli Eğitim Bakanlığından yatılı burs istemişler. Bundan haberim olmadı. Yatacak ve yiyecek sıkıntısı beni korkutuyordu. Yıldızda ucuz bir Yurt bulduk. Bu yurdu Kadir Mısıroğlu işletiyordu. Onunla bu yurtta tanıştık. Yurt iki buçuk liraydı. Burada çok az kalabildim. Param suyunu çekmekteydi. Yatacak yer daha çok önem kazanmaya başladı. Bizler sıcak bölge çocuklarıydık. Kar yağmaya, havalar soğumaya başlamıştı. Ben ise açıktaydım. Okulumuz Fındıklı’dan Taksim’e çıkarken Meclis-i Mebusan Caddesinin hemen sağ yanında Namık Kemal İlkokulunda eğitim yapıyordu. Ben kar altında Fındıklı Camisinin yanındaki parkta kendimi korumaya çalışıyordum. Banklarda üstüme örtecek, altıma serecek sergi yoktu. Bu yüzden sağlığım bozulmaya başladı. Arkadaşlarım bu durumu görünce, Fındıklı Camisinin imamına hiç olmazsa Camide kalmamı söylemişler. Onlar da kabul etmişler. Bu Cami esnafların arasında olduğu için cemaatle ancak öğlen ve ikindi namazları kılıyordu. Karın altında parklarda yatmaktan kurtulmuştum. Buna çok şükrettim. Caminin içinde yatmaya başladım. Halı-kilim söktürmüyorlardı. Yattığım yerdeki halıları kıpırdatamıyordum. Öyle olsaydı iki halıyı üst-üste koyabilirdim. Nerede ise taşlıkta yatıyordum. Üstüme örtecek battaniye gibi örtülerim de yoktu. Burada uzun süre yattım. Sabah çok erkenden kalkıyor, okula gidiyordum. Okulun görevlisi beni içeriye alıyor, kalorifer peteğine bir sandalye koyuyor, bir iki saat kalorifer peteğine dayalı olarak uyuyordum. Vücudum ancak bu vaziyette çözülüyordu. Çünkü bütün vücudum soğuktan kaskatı kesiliyordu. Köyüme dönsem evimiz-barkımız, tarlamız-takımımız vardı. Babamın mirasından epeyce tarla düşerdi. Ama ben okumak istiyordum. Okumak için bütün çilelere katlanmayı seçmiştim. Bazı günler kursağıma bir lokma bile girmiyordu. Okulumuz devamlı idi. Böyle sıkıntılı bir gündü. Arkadaşlarım, yatılı arkadaşlarından birisinin ani olarak bir yere gittiğini, onun yemeğini bana vermek istediklerini söylediler. Beni arka kapıdan içeriye aldılar. Etli bir yemek vardı. Ete çatalı batırdım, ağzıma götürdüm, tam ağzıma koyup çiğneyecekken bir elin omuzumdan tuttuğunu hissettim. Bu elin sahibi olan kişi: “O çatalı masaya bırak. Sen yatılı değilsin, bu yemeği yiyemezsin” diye öfkeli bir ses tonu ile bağırdı. Hocalarıma olan derin hürmetim, edep ve saygımdan dolayı iki-üç günden beri bir iki simit kırıntısından başka bir nevale yememiş olmama rağmen, çatlı ağzımın içinden çıkarıp masaya bıraktım. Beni en çok kahreden bu lokmanın ağzımdan çıkartılması değildi. O kadar öğrencinin önünde rezil edilmem beni daha çok kahretmişti. Hiçbir şey söylemedim. Süklüm püklüm oradan ayrıldım. Arkadaşlarım, bir arkadaşlarının ani bir işinin çıktığını, bu yemeği benim yememem halinde çöpe döküleceğini söyleyerek itiraz ettiler. Yurtta olaylar çıktı, protestolar yapıldı, ortalık karıştı.
Okulumuzun Müdürü Ahmet DAVUTOĞLU’YDU. Bulgaristan göçmeni olsa gerekti. Mısır’da Ezher Üniversitesinde okumuştu. Vatansever, imanlı-ihlaslı bir Türk Beyefendisiydi. Anlayışlı, idareli, kalp kırmaz, halim-selim bir insan evladıydı. Benim cesaretimi, saygı ve hürmetimi, güçlü hitabetimi tez zamanda kavrayarak Çanakkale’nin Biga İlçesinde yapılması planlanan İmam Hatip Lisesine yardım toplama Komitesine gönderdi. Ben de köy köy, kasaba dolaşarak bu görevimi en iyi biçimde yaptım. Helal hoş olsun. Şimdiki Dışişleri Bakanı AKP’li Ahmet DAVUTOĞLU’NUN Dedesi olsa gerektir. Bu kişiyi, kimliğini tanımıyorum. Yemekhane olayında benim ağzımdan lokmayı çıkartan kişi Okulumuzun Müdür yardımcısı olan Oral ÇİLİNGİROĞLU adında Karadenizli bir kişi olduğunu hatırlıyorum.
Yemekhane olayının üzerine okulu bıraktım. Arkadaşlarımdan ödünç yirmi lira alarak Adana’ya döndüm. Akşamüstü Sarıçam Ormanları yolundan Kozan’a giden sığır yüklü bir kamyona bindim. Sığır sürüsünün içinde itilerek kakılarak Hakkıbeyli Köyüne ulaştım. Karanlık kavuşmaktaydı. Çok şiddetli bir yağmur yağıyordu. Orada kamyondan indim. Elimde eşyalarım vardı. Islandıkları için ağırlaşmışlardı. Önümde yürüyeceğim 10-15 kilometre dolayında çamurlu bir patika vardı. Gece yarısına kadar bu yolu sekiz-on saatte ancak yürüyebildim. Çamurlara bata çıka yürüyordum. Ormanlık alan aç kurtların ulumalarıyla çınlıyordu. Sabaha karşı eve vardım. Sesime Anacığım Arzu hanım, ürpererek kapıyı açtı. Okulu bıraktığımı söyleyince hüngür hüngür ağlamaya başladı. Sabah bir düvesi vardı onu, bir iki halı-kilim satarak elindeki birkaç kuruşu da bana vererek bir gün sonra beni yeniden okumaya yolladı. Nur içinde yatsın. Babam sağ olsaydı, O da böyle yapardı. İstanbul’a geri döndüm. Yine camide yatmaya başladım. Elimdeki birkaç kuruşu çok iyi idare etmem gerekiyordu. Sıkıntılar içinde yıl sonuna ulaştım.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU -Bilge Ata-
YURT BAŞKANI SEÇİLİYORUM
Bir gün bir arkadaşım, Kredi Yurtlar Kurumuna bağlı Fatih Medreselerinde bana yurt çıktığını muştuladı. Yurda yerleştim. Üç gün üç gece uyumuşum. Bedenim dinlendi. Tanrıma şükürler ettim. Fatih’ten okula yaya gidip geliyordum. Paramı bitirmemem gerekiyordu. Bir gün Yurdun ihtiyaçları için toplantı yapıldı. Bana ihtiyaçları sen de anlat, senin gözlemlerin keskindir dediler. İhtiyaçları tespit ederek anlattım. Bu konuşmamın üzerine Yurdun bu bölümün başkanı seçildim. Fatih Medreselerinin Halice bakan kısmına Karadeniz, Edirnekapı yoluna bakan kısmına Akdeniz bölümü deniyordu. Sonra genel seçim yapıldı. Ben bu Yurtların Genel Başkanı seçildim. İki buçuk yıl bu Yurtlarda, Öğrenci lideri olarak Genel Başkanlık yaptım. Bu sırada bir arkadaşım Diyanet İşleri Başkanlığından adıma burs çıktığını muştuladı. Altı aylık bursum birikmişti. Toptan ödediler. O zaman burs miktarı 250 lira idi. 1500 lira burs parası aldım. Fatih Camisinin arka tarafı Karagümrük idi. Burada lokantalar vardı. Oraya gittim. Bir lokantaya girdim. Ustaya bütün yemeklerden birer kap yemek getirmesini söyledim. Bunun üzerine lokanta sahibi yanıma geldi. “Oğlum, kıtlıktan mı çıktın ?” dedi. Ben: “Evet amca kıtlıktan çıktım” dedim. O: “Bu durumda sana ona göre yemek verelim “ diyerek bana çorba, sonra uygun bir iki kap yemek verdi. Sağ olsun. Belki de rahatsız olacaktım, adamcağız beni kurtardı. Sıkıntılı günlerim geride kalmıştı. İki buçuk yıl sonra 3/Ağustos/1963 yılında Melahat Hanımla evlenerek eve çıktım. Bu evlilikten okulu bitirirken ikiz çocuklarım oldu. Günsüz doğdukları için yaşamadılar. Daha sonra iki oğlan, dört kızım doğdu. Oğlum Mustafa’m 17 yaşında Şehit düştü. Oğlum Oğuzhan Hukukçudur, Kızım Çağrı İktisatçıdır, Kızım Ayşegül Kalp Damar. Kızım Neslihan Maden Mühendisidir. Kızım Arzu Liseden sonra okumadı. Hande, Mustafa, Barkın Buğra, Şimal Beril adlı dört torunum oldu. Milletimin çocuklarına, torunlarına hayırlı, bereketli, mutlu ömürler dilerim.
MÜFETTİŞLİĞE ATANDIM
1966 yılı Şubat ayında okulu bitirdim. Diyanet İşleri Başkanlığından burslu okuduğum için bu Kuruma gittim. Bana Müfettişlik görevi vereceklerini söylediler. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Teftiş Kuruluna getirildim. Sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na aktarılarak Öğretmen oldum. 1993 yılında emekliye ayrıldım. Çekilen çileler, sabırla, tevekkül ile karşılanan bu hayatımın anlatılacak nice acıları, nice ibret dolu sayfaları var. Bilim yolunda ilerlemek için çektiğim bunca sıkıntıların karşılığını Yüce Rabbim beni çok değerli makam ve mevkilerle ödüllendirdi.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU -Bilge Ata-
ALPARSLAN TÜRKEŞ İLE MHP’Yİ KURUYORUZ.
27 Mayıs 1960 ihtilalinde lise son sınıf öğrencisiydim. O güne dek böyle bir olayla karşılaşmamıştık. Üniversiteler fokur-fokur kaynıyordu. Liselerde bile ayrışmalar başlamıştı. Halk Demokrat ve Halkçı olarak ikiye ayrılmıştı. Demokratların gittikleri camiye Halkçılar, Halkçıların gittikleri camiye demokratlar gitmiyordu. Camiler, kahvehaneler ayrıştırılmıştı. Bu ayrışmanın devamını daha sonra sağ-sol olaylarında daha yoğun olarak yaşayacaktık. İhtilal patlak verdiğinde insanlar ihtilali yapan kadroların kimliklerini tanımıyorlardı. Çoğunluk bana soruyor, bu hareketi kimlerin yaptığını sorguluyorlardı. O zamanlar iletişim araçlarının kıtlığı, ihtilalcilerin tanınmasını zorlaştırıyordu. Sadece Türkiye Radyoları, bir de yazılı basın vardı. Radyodan İhtilalin sunumunu yapan kişinin Alparslan Türkeş adında bir kurmay Albay olduğunu duyduğum zaman içime bir serinlik çöktü. Bizim korkumuz bu ihtilalin Marksist bir ihtilal olması yönündeydi. Ülkemizin ve Yüce Gönüllü Milletimizin, totaliter bir rejimin pençesine düşmesinden korkuyorduk. Hoş, bu geldiğimiz noktada, Küresel emperyalizm veya ATLANTİKARDI Küresel Emperyalizmin utanç verici kıskacına girmekten kutsal Vatanımızı ve Ulu Milletimizi kurtaramadık. O güne dek Alparslan Türkeş ile ilgili çok şey okumuştum. 1944 olaylarını biliyordum. Bana başvuranlara Türkeş’i referans göstererek sakin olmalarını öneriyordum. Üniversiteye başladığımda bu iki yarganlığın {ayrılmışlığın, yarılmışlığın} daniskasını görüp bizzat yaşadım. Orada gençlerin çoğunluğu Milli duruşlu saf Anadolu çocukları olmalarına rağmen bir kısım etnik unsurlar da dâhil değişik unsurlar, kendilerini ifade edebilmek için ithal doktrinlerin kulpuna yapışarak ya ayrılıkçı fikirler taşıyorlar, ya Marksist öğretinin peşine düşüyorlar, yahut vahşi kapitalizmin savunuculuğunu yapıyorlardı. İktisatçı uzmanlar, Milli bir Öğreti ortaya koyup, gençleri kendi ihtiyaçlarımızdan doğan bir iktisâdi plan çerçevesinde yetiştirip birleştiremiyorlar, ya falan Avrupalının, ya filan ABD’linin veya falanca Rus’un ekonomik görüşlerinden dem vuruyorlardı. Türkiye’nin geldiği bu konumun temellerinin o günlerde belki de daha önceleri atılmış yoğun çalışmalarla bu güne getirilmiş olduğu görüşü ağır basmaktaydı.
Biz oymak olarak demokrattık. İhtilalden sonra kurulan Adalet Partisinin kurulması sırasında Adana ve çevresinde bu kuruluşa katkılarda bulunmuştum. Yükseköğrenim yıllarında, Adalet Partisi fikriyatıyla bu gençliğin tatmin edilemeyeceğini, Gençlerimizin arasında Marksist düşüncelerle, Amerikan ve Avrupa emperyalistlerinin uygulamakta oldukları Vahşi Kapitalist hayat tarzlarının yayılmasına karşılık sunabileceğimiz Milli-Manevi değerlerimizden kaynaklanan bir öğretinin ortaya çıkartılmasının gerekli olduğuna inanmaya başladım.
Bir yandan Amerikan emperyalizmi, öbür yandan Rus emperyalizminin kıskacına alınmak istenen Türk gençliğine, kendi Milli-Manevi değerlerinin yolunu gösterecek, yabancı kaynaklı öğretiler yerine, Milli doktrinlerine sarılmalarının zamanı geçmekteydi. Yabancı kaynaklı öğretilerin pençesine düşmekte olan gençliğin bu türlü dış kaynaklı fikirlerle mücadele edebilmesi, gençliğimize kendi Milli varlığından, öz kaynaklarından üretilmiş fikirlerin anlatılması ile mümkün olacağına inanmaktaydım. Bu düşüncelerimi çevremle paylaştım. Onların değerli görüşleri de bu yöndeydi. Böylece Alparslan Türkeş’in çevresinde kenetlenmeye karar verdik.
1969 Yılında Alparslan Türkeş’in önderliğinde Adana’da Milliyetçi Hareket Partisinin kuruluşunu birlikte gerçekleştirdik. Bu zorlu bir süreçti. Yeni kurulmuş bir Partiyi Milletimize anlatmak için çektiğimiz sıkıntıları yeni kuşakların anlayabilmeleri için babalarına, dedelerine, ninelerine sorup öğrenmeleri gerekir. İlçelerde, illerde yönetime seçilecek üye bulamadığımız öyle bir süreci yaşamamış kuşakların, çektiklerimizi anlaması gerçekten zordur. Halkla ilişkiler ve toplumu bilgilendirme görevini ben üslendim. MHP’nin kuruluşunda en büyük desteği verenlerin başında Merhum Hocam Faruk Akkülah vardı. Merhum Türkeş’in Milletvekili seçilmesine büyük katkı sağladım. 1969, 1973, 1977 milletvekili seçimlerinde aday oldum, böylece Türkeş’in seçilmesine en büyük desteği sağladım. Otobüslerde, dolmuşlarda, kahvelerde gencecik delikanlıların oturdukları kanepeleri, yaşlı kadınlara, yaşlı erkeklere veremedikleri bir devirde yaşamaktaydık. Siyaset ortamında ise küçücük bir mevki için birbirini yiyenlerin, milletvekili olmak için nice takla atanların, gururunu satanların bulunduğu bir dünyada ben birinci sıradaki kendi yerimi, gözümü kırpmadan Merhum Türkeş’e verdim.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU -Bilge Ata
BİRİNCİ SIRADAKİ YERİMİ TÜRKEŞ’E VERDİM
1977 Tarihinde ön seçimden sonra Türkeş’le görüşmek için Ankara’ya gittim. Beni kutladı. “Artık sen Ankara’ya gel. Seninle Mecliste olmak istiyorum. Bilginden, birikiminden Türkiye’nin yararlanması lâzım. Sen seçilirsen Teşkilatımız daha çok güçlenecek.“ diye bana iltifat etti. Ben: “Sayın Albayım, siz nerden aday olacaksınız?” diye sorduğumda o, “Ben tereddütlüyüm. Kayseri, Konya ve Yozgat İllerinden birisini düşünüyorum. Adana’yı sana bırakıyorum. Ama bu üç İl’deki adaylar, benim bu üç İl’in birinden aday olmamı pek istemiyorlar. Ben de artık Adana’dan aday olmayı istemiyorum. Senin mutlaka seçimleri kazanarak Ankara’da bulunman bize güç katacak” dedi. Ben: “Sayın Albayım, siz bir kazaya uğrar, Allah korusun seçilemezseniz, o zaman Hareketimiz büyük yara alır. Ben seçilemezsem, nihayetinde ben bir öğretmen Rüstem KOCADURMUŞOĞLU olarak görevimi sürdürürüm. Siz ise Partinin Genel Başkanısınız. Lütfen Adana’dan adaylığınızı koyun” diye ısrar ettim. Merhum Türkeş, Adana’ya gelmeyeceğini ısrarla tekrarladı. Sonunda ne olur ne olmaz düşüncesiyle teklifimi kabul ettirerek Adana’dan aday olmaya ikna ettim. O seçildi, ben 52 oy ile kaybettim. Gam yemedim. Çünkü biz zorlu zamanların insanlarıydık. Benim amcam, babam kelle koltukta emperyalistlere karşı savaşmışlardı. 1517 yılında Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır Seferine katılmak üzere Soysalı KOCADURMUŞ Oymağımız büyük bir oranda bu sefere atlı askerlerle katılmışlar ve bir daha da dönmemiş, Mısırda şehit olarak kalmışlardı. Bizim Boyumuz olan KAYI’LAR zor günlerin dayanıklı insanlarını yetiştirmişlerdir. Gördüğümüz terbiye budur. Böylece Merhum Türkeş hareketin başında seçimleri kazanarak yeniden Milletvekili oldu. Ben; 1969, 1973, 1977, 1995, 1999 milletvekili seçimlerinde aday oldum. MHP’nin oy oranının yükseltilmesine çalıştım. 1973’te Adana Belediye Başkanlığına aday oldum. 1999 seçimlerinde 4 gün boyunca seçildiğim ilan edildiği halde, 5. Gün kaybettiğim açıklandı. 2001 Yılı 21 Ağustos günü, Yönetimce MHP’den ihracımın istendiği bildirildi. MHP’ye yönetici, ilçe teşkilatlarına seçilecek üye bulamadığımız devirleri hatırlıyorum da şahsıma karşı yapılan bu davranışı anlamakta güçlük çekiyorum. Ben de değerli dava arkadaşlarımla görüşerek istifa kararı aldım. 27 Ağustos 2001’de kurucu irade arasında yer aldığım, yıllarca emek vererek belli bir oy potansiyeline erişmesi için gençliğimi yerlere serdiğim, 1999 seçimlerinde Hükümet edecek bir düzeye ulaşması için katkılarda bulunduğum, Merhum Alparslan Türkeş’e birinci sıradaki yerimi verdiğim Milliyetçi Hareket Partisi’nden istemeyerek noter kanalıyla istifa emek zorunda bırakıldım. On yıldan beri siyasi partilere girme tekliflerini kabul etmedim. Ülkemin, Milletimin, yüce çıkarları, eşsiz varlığı, bağımsızlığı, gerçek adaletin, gerçek hukukun, gerçek erdemin, gerçek demokrasinin yerleşmesi için yazıyorum.
{Not: Biz o devirde Merhum Türkeş’e: “Albay” derdik.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU -Bilge Ata-
BAĞDAT’TA YÜKSEK LİSANS YAPIYORUM
Merhum Bülent Ecevit Hükümeti 1974 yılında Irak’ın Başkentindeki Bağdat Üniversitesinde Yüksek Lisans yapacaklar için bir sınav açtı. O zaman ben Mersin Ticaret Lisesi’nde öğretmendim. Bu sınavı kazanarak Irak’a gittim. Musul’da trenimiz gecikmeli hareket edecekti. Yiyecek almak için çarşıya indim. Bu sırada bir caminin yanından geçerken camiyi bir askerin beklediğini gördüm. Camiyi görmek istediğimi söyledim. Asker bana izin verdi. Kapıyı araladı. Ben içeri baktığımda caminin içini boydan boya dolaşan Kütahya çinileriyle yazılmış bir yazı gördüm. Bu sırada asker bana, hangi Milletten olduğumu sordu. Türk olduğumu söyleyince askerin yüzü asıldı: “HA, ETRAK-ETRAK! El-ETRAK, ENNASARA” {Anlamı: “TÜRK MÜ? TÜRK MÜ?: TÜRKLER-TÜRKLER, HIRİSTİYANDIR” diyerek bana karşı hiddetlenmeye başladı. Ben yeni geldiğim bir Ülkede idim. Karşımdaki silahlı bir askerdi. Pek karşılık vermedim. Versem de bu askerin inandığı yanlışı düzeltmeme imkânım yoktu. Camiye bir iki basamakla iniliyordu. Çok güzel bir Osmanlı camisiydi. Caminin ibadete kapalı olmasına çok üzüldüm. Kapının önünde durarak yazıyı okumaya çalıştım, sonunda okudum. Kütahya çinilerinde “Âyet-el-Kürsi” yazılıydı. Baştan sona okudum. Askere dönerek: “Ben bu yazıyı okumak istiyorum. Hata yaparsam beni düzelt” dedim. O silahını omuzundan indirerek yanına aldı. Oldukça gururluydu. Çünkü Hıristiyan dediği Türklerden birisini imtihan edecek, Hıristiyan olduklarını söylediği Türklerin Âyet-el-Kürsi’yi bile okuyamadıklarını çevresine anlata-anlata bitiremeyecekti. Ben Euzü-Besmeleyi çekerek okumaya başladım. Bir solukta yazılanları okudum. “Sadakallahül-Azim” dedim. Okumayı bitirince askere dönerek: “SAH” yani “doğru mu” dedim. Asker: “SAH” yani “DOĞRU” dedi. Ben, bu askere dönerek: “ENTE NASARA, ENTE KEZZAB,- ENE; El-HAMDÜ LİLLAH MÜSLİM” dedim. Anlamı: “HIRİSTİYAN SENSİN, SEN, YALANCISIN, BEN EL-HAMDÜ-LİLLAH MÜSLÜMAN’IM.” dedim. Asker bu tepkime ve benim korkusuz-fütürsuz haykırışıma karşı donmuş kalmıştı. Ne diyeceğini, ne edeceğini şaşırmış gibiydi. Bana karşı ne bir cümlecik söyleyebildi, ne kızabildi, ne bağırabildi. Öylecene kaskatı kesildi. Ben silahlı bir cahil ile uğraşmayı uygun görmediğimden o askeri donmuş vaziyette bu Türk Osmanlı camisinin kapısında bırakarak oradan ayrıldım.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU -Bilge Ata-
ARAPLAR TÜRKLERE SÖMÜRGECİ DİYORLARDI
Hava çok sıcak olduğu için Bağdat Fuarı, güz aylarında kuruluyordu. Türk mallarını tanıtmak için Fuara katılan Türk firmalarından hediyelik eşya alarak Üniversite kampüsünde dağıtmaya başlamıştım. Saddam Hüseyin’in sağ kolu olan Irak Milli Talebe Birliği adlı Örgüt elemanlarından bazılarının da hazır bulunduğu Üniversite kampüsünde oturuyorduk. Benim Türkiye’yi tanıtıcı çalışmamı engellemek için dünya gençlerinden pek çok kişinin hazır bulunduğu bir sırada, Iraklı bir öğrenci: “EL-ETRAK EL-İSTİMARİYE”: “TÜRKLER SÖMÜRGECİDİR” diye bağırdı. Belli ki bunu Türkleri dünya gençliğine kötü göstermek için yapıyorlar, bir nevi öç almak istiyorlardı. Ben o Iraklıya: “Neyinizi sömürdük? Dedim. O: “Petrolümüzü sömürdünüz” diye karşılık verdi. Ben, Sultan Abdülhamid, Petrol ve Jeology {logy=Türkçedir ve bilgi demektir.} mühendisleri Alman Paul Groskoph ile Türk Habib Necib Efendi’nin başkanlığında bir Heyet kurdurdu. Bu Heyete Osmanlı Türk topraklarında petrol araştırması yaptırdı. Heyet 1901 yılında petrol haritasını tamamlayarak Padişah’a sundu. Osmanlılar ne Irak’ta ne başka bir yerde petrol çıkarmadılar. 1908 yılında 2. Meşrutiyet ilan edildi. 31 Mart 1325, 13 Nisan 1909’da Sultan Abdülhamit’i taht’ dan indirdiler. 1914’te I. Dünya Savaşı çıktı. 1918’de Türk askeri Kerkük, Musul ve öteki yerleri boşalttı. Buraya İngilizler yerleşti. 1927 yılında, yani Savaştan 9 yıl sonra İngilizler Irak’ta ilk petrol kuyusunu açarak petrol çıkardılar” dedim. O bana: “Ente Kâzib” “Sen yalan söylüyorsun” dedi. Ben de git sor öğren dedim. O gitti bir tarih profesörü getirdi. Ona da aynısını anlattım. O: “SAH” yani “DOĞRU. ÜSTAT RÜSTEM DOĞRU SÖYLÜYOR” dedi. Ben: “BAŞKA NEYİNİZİ SÖMÜRDÜK?” diye sordum. Onlar hep bir ağızdan: “HURMAMIZI SÖMÜRDÜNÜZ” dediler. Ben: “BÜTÜN ARAPLARIN HURMASINI BİR ARAYA GETİRSENİZ, ŞU ÜLKELERİNİZDEKİ TÜRK ESERLERİNİ YAPABİLİR MİSİNİZ?” dedim. Onlara: “SİZE İNGİLİZLER NE VERDİLER?” diye sordum. Bana: “NAHNÜ MÜTEŞEKKİRÜN BİL İNCİLİZİYETİ.” BİZ İNGİLİZLERE TEŞEKKÜR EDERİZ” dediler. Ben hayretle onlara bakarken: “NİÇİN?” diye sordum. Onlar: “İNGİLİZLER, BİZE DÜNYA DİLİ OLAN İNGİLİZCEYİ HEDİYE ETTİLER” demezler mi? Kan beynime sıçramıştı. Onlara: “İŞTE SÖMÜRGECİLİK BUDUR. İNGİLİZLER IRAK’TA 38 YIL KALDILAR, SADDAM HÜSEYİN’DEN, AHMET HASAN EL-BEKR’E, ÇÖPÇÜLERDEN, ÇİFTÇİLERE KADAR HERKESE İNGİLİZCEYİ ÖĞRETTİLER. TÜRKLER IRAK’TA BİN YIL KALDILAR TÜRKÇE’Yİ UNUTTULAR. BİR DAHA BURAYA GELİRSEK, SİZE TÜRKÇE’Yİ ÖĞRETECEĞİZ” diye haykırdım. Bu sözleri öyle bağırarak söyledim ki, kampüs binası yankılandı. Bu çok ciddi bir söz idi. Bu bir ültimatom niteliğindeydi. “BİR DAHA BURAYA GELİRSEK, SİZE TÜRKÇE’Yİ ÖĞRETECEĞİZ” demek çok ciddi bir meydan okumaydı.
Koca kampüste sesim yankılanıyordu. Herkes susmuş, öğrenciler çil yavrusu gibi kaçışıyorlardı. Bir anda kampüs boşaldı. Yanımda bulunan Kerküklü gençlere derhal kampüsü terk etmelerini söyledim. Dışarı çıktığınızda Sefir Bey’e koşun, benim durumumu bildirin. Devletimizin benim akıbetimden haberi olsun” diye de tembih ederek onları savdım. Çünkü onlar Irak Vatandaşıydılar. Bu yüzden toplu kıyımlar yaşamasınlar diye bu tedbire başvurdum.
Benimle birlikte dört Iraklı genç kaldık. Oturduk. Bazen kampüsün çevresinden gelip geçenlere bakıyordum. Saddam’ın şırtasının, yani polislerinin gelmesini bekliyordum. Karşımda oturan Iraklı gençler benim gölgemde kalmış, hele “Türkler sömürgecidir” diyen utanmazı, ezim ezim eziyordum. Kampüsün içine kimse bakamıyor, insanlar gölgelerinden ürküyorlardı. Bir saat sonra onlar, birer ikişer dışarı çıkmaya başladılar. Ben bir saat daha oturdum. Kendimi Irak ve Ortadoğu’nun yeni fatihi gibi hissediyordum. Bundan sonra ya devlet başa, ya kuzgun leşe konacaktı. Kampüs bana kalmıştı. Kampüsün içine orada çalışan elemanlar dahi girmeye cesaret edemiyorlardı. İki buçuk saat oturdum. Ben onlara: “Sizin ne işkencenizden, ne zulmünüzden ne de bunları yapacak olan Saddam’ınızdan korkmuyor, bu alanı terk etmiyor, kaçmıyorum. Ben buradayım ve sözümün de ardındayım diyordum.” Onlar da bunu biliyorlardı. Üç saat geçmişti. Hala ŞIRTA yani Polis gelmemişti. Bir süre sonra birkaç kişi içeriye girmeye başladı. Ben bunları polis sandım, zaten bekliyordum. Onlar geldiler, bana selam verdiler. Oturdular. Ben onlara: “Ben burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin izni, gözetimi ve denetimi ile bulunuyorum. Benim Milletime hakaret edilmiştir. Beni içeriye alırsanız, Türkiye ile aranızda kriz çıkar. Ben hazırım buyurun gidelim” dedim. Onlar: “Hayır biz bunun için gelmedik. Sizden Irak Hükümeti adına özür dilemeye geldik. Bir daha size, ülkenize ve Milletinize karşı bu tip davranışlar olmayacak. Sizin cesaretiniz bizi çok etkiledi. Sizin şahsınızda Türkleri tanımaya başladık. Bizim has, özel konuğumuzsunuz.” Diyerek özür beyan ettiler. Bu iş böylece tatlıya bağlandı.
Türkiye Büyükelçiliği Bağdat Üniversitesi’nin bitişiğinde 10 bin m2 dolayında bahçeli bir Osmanlı Konağıydı. Dünya’nın dört bucağından on binlerce öğrenci kılıklı ajan, Ortadoğu’ya akmış, buralarda kendi ülkelerinin köşe başları elde etmesi için ter döküyorlardı. Türk Sefaret binasında her türlü etkinlik vardı. Tenis oynanabiliyor, tost, gazoz, çay, satılan gölgelik, hurmalık bir yerdi. Bütün dünya öğrencileri öğlen paydosunda buraya koşuyordu. Bunu gören Saddam, yol geçirme bahanesiyle burayı yıktırdı.
Şurasını söylemeye dilim varmıyor. Beni eğer ŞIRTA, yani Polis götürseydi, belki de eşim, çocuklarım ve sevenlerimden başka kimsenin kılının kıpırdayacağından emin değildim. Ama ben onlara, yalnız olmadığımı, beni önce Allah Zül Celâl, sonra Devletimin koruyacağını, sadece içimden öyle olması gerektiğini düşünerek öylesine söylemiştim.
Rüstem KOCADURMUŞOÜLU –Bilge Ata-
İSLAM DÜNYASINI KİM YÖNETSİN?
Yukarıda açıkladığım olaylardan sonra Iraklılar bana: “SULTAN ABDÜLHAMİT GİBİ YÜREKLİ TÜRK” unvanını vermişlerdi. Sultan Abdülhamit’in Yahudilere Filistin’den toprak satmadığı için Ona, “YÜREKLİ TÜRK” unvanını verdikleri için bana da böyle bir unvanı vermişlerdi. Dünya Müslümanlarının gençlerinin hazır bulunduğu bir toplantı yapılıyordu. Endonezya, Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Ürdün, Mısır, Fas, Cezayir, Tunus, Yemen, Arabistan ve daha niceleri o toplantıda bulunuyordu. Konu: “İslam Dünyası neden birleşemiyor?” idi. Ben onlara şunu sordum. “İslam Dünyası birleşsin de önder kim osun?” Iraklılara: Saddam Hüseyin olsun dedim. Onlar hayır biz yapamayız dediler. Mısır önder olsun dedim, kabul etmediler. Suriye Hafız Esat olsun dedim kabul etmediler. Endonezya olsun dedim. Onlar, dünyanın öbür ucundan gelip Müslümanları nasıl yönetelim diyerek kabul etmediler. “Önder kim olsun?” diye sordum? Onlar, hep bir ağızdan: “İslâm Dünyasının Önderi Türklerdir.” dediler. Onlar Önderlik yapamama gerekçelerini şöyle açıkladılar: “Biz, böyle bir deneyime, böyle bir birikime, böyle bir yeteneğe sahip değiliz”
Ben bu sonucun çıkacağını yıllardan beri iyi-kötü bilmekte isem de bunu bizzat uygulamalı olarak yaşadım. Bu gerçeğe, yani İslam Dünyasının Türkleri kendilerine lider olarak gördükleri hakkındaki gerçeğe 1970’li yıllarda uygulamalı olarak tanık oldum. Çoklarımızın daha düne kadar bu gerçeklerden haberimiz bile yoktu. Oysa İslâm Dünyasını yıllar yılı sömürge olarak yöneten emperyalistlerin bu gerçeklerden haberlerinin olmadığını sanmak safdillik olur. Türkiye, Ortadoğu, Afrika’nın kuzeyi, Fundamentalizm, {köktendincilik} BOP Büyük Ortadoğu Projesi, Saddam, Kaddafi, Irak’ın işgali, Afganistan’ın zaptı, Taliban, demokrasi ihracı gibi daha nice projeler bu perspektiften ele alınmalıdır. İslâm ülkelerinde sosyalist Baas Partilerinin {El-İştiraki} ihtilal yapmalarını, bu ülkelerin başlarına Saddam Hüseyin, Hafız Esat, Kaddafi gibi kimselerin getirilmesini, bu açıdan bakınca Rusların planı sanabiliriz. Oysa Kaddafi, askeri eğitimini Türkiye’de 1960’lı yılların başında Kara Harp Okulunda yapmış, o zamanlar Libya Devlet Başkanı olan Birinci İdris’in Türkiye’de tedavi görmekte olduğunu fırsat bilerek daha yeni yüzbaşı rütbesinde iken Libya’da ihtilal yaparak 1 Eylül 1969 yılında Birinci İdris’i devirmiş, sonra kendisini albay rütbesine terfi ettirmiş olduğu açıklanmaktadır. Bu yüzbaşı, Albay Kaddafi unvanıyla Libya’yı 42 yıldan bu yana yönetmektedir.
ABD’nin ve Avrupa’nın etkin konumu, bu kişilerin temelde liberal yetişmelerine engel değildir. Ayrıca bu dosyada değindiğimiz gibi, sömürgecilerin işgal ettikleri Müslüman ülke halkları, sömürgeci ülkelere karşı olsalar dahi, onların ekonomik ve kültür ağırlıklı hayat tarzlarını istemeseler de zaman içinde benimsiyorlar. Kaddafi de İtalyanların sömürgesi olan Libya’da yetişmiş bir kişi olarak Avrupa’nın vahşi kapitalizminden etkilenmemiş sayılamaz. Emperyalistler bu kimseleri önce destekleyip, sonra halklarının nefretini kazandırtacak israfa, lükse ve baskıya yönelen birer diktatör haline getirmektedirler. Bilderberg ve öteki emperyal kuruluşların üyeleri arasında bulunan Hüsnü Mübarek’i halk ayaklanmalarıyla kolayca yok ettiler. Bazılarımız: “Kendi adamları olduğunu söylediğiniz Mübarek’i, neden uzaklaştırdılar?” şeklinde bir soru sorabilirler. Mübarekten daha sempatik, halk tarafından kabul görecek kişileri iş başına getireceklerdir. Onlara yeni yüzler, köleler gerekiyordu.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU –Bilge Ata-
ALMANYA SEYAHATİM
Okuyup yazmayı sevdiğim kadar tebliğ etmeyi de çok seviyorum. Bilginin Milletimiz arasında yayılması için Yurt içinde ve yurt dışında konferanslar ve sohbet toplantıları yapıyorum. 2008 yılı Haziran Ayında Değerli dostum, can kardeşim Mustafa Karakaş Beyefendi, beni Almanya’ya okudu. Uçaktaki 100 kişinin en az 80’i Türk idi. Uçak havalanınca Almanlar kitaplarını açıp okumaya başladılar. Kitap okumayan ve fakat kuru laf edenler bizim Yurttaşlarımız idi. Almanların kızları, oğlanları, ellerinde kitap, kitap okuyorlardı. Aramızdaki farkı, fark etmeniz için bunları açıklıyorum. Bir de Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’in İLK EMRİNİN: “OKU” olduğunu ballandıra ballandıra öğünerek anlatırlar. Kur’an-ın bu İlâhî Buyruğu; içine, özüne işlememiş Müslümanların perişan hali ortada duruyor. Açıklayacağım şu olaylar inşallah gözlerimizin açılmasına vesile olur. İsveçli bir genç, okulu bitirince Avustralya’nın 3500 metre yüksekliğindeki bir dağına çıkar. Burada bir hayvan üzerinde ihtisas yapmak ister. 17 yıl tek başına bu dağda bu hayvanı inceler. Kırk yaşına geldiğinde dağdan iner. Bu konuda dünyanın en büyük uzmanı olur. ABD’li bir kadın Afrika’nın ücra bir köyünde 36 yıl gorilleri inceler, dünyanın en güçlü goril bilgini olur. Bizde, Turkomanya/Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da görev yapmak, sürgün sayılıyor. ABD’li Barış Gönüllüsü denilen casusları, ajanları yıllarca Güneydoğu’da eğleşerek bizim öz kardeşlerimiz olan Kürt kardeşlerimizi bize karşı düşman yapmak için ellerindeki, onca lüksü feda ediyorlar. Demek ki, bizim eğitimimizde, Vatan anlayışımızda, Millet sevgimizde aksayan bir şeyler var. Tunus, Mısır, Yemen, Libya’da çıkan ve ötekilerde de çıkması planlanmış olan olayların kendi halkları tarafından hop diye çıkartıldığını mı sanıyoruz? Afrika’da entrikalar çeviren emperyalistlerin adamları, çok iyi yetiştirilmiş elemanlardır. Biz neden böyleyiz de, onlar niçin öyledir. Lütfen iyi düşününüz. Türk çocukları, belli bir fedakârlığın, yüksek bir idealin mensubu olarak yetişmedikçe, sorunlarımızı çözecek iradeye ulaşamayız. Libya’da ayaklanma başlamadan önce bütün Avrupa ve ABD’liler yurttaşlarının telefonlarına şu çağrıyı atıyorlar: “Libya’yı terk edin.” Bunu, işçilerimiz açıkladılar. Bunlar, ayaklanmaları onların kotardıklarını gösteren işaretlerdir. Hatta 07/Mart/2011 günkü basında: “İngilizlerin Libya’ya soktukları ajanların Libya’nın bunları tutukladıkları” haberi yer almıştır.
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU -Bilge Ata-
İLLERTİSEN’DE BİR İTALYAN EMİLO ANTONİO
İtalya’da Toscana Üniversitesi, Etrüsk SİN'liklerinde {mezarlık} Etrüsk kemikleri üzerinde yapılan DNA Testleri sonunda Etrüsklerin DNA’larının % 97 oranında TÜRK DNA’sı çıktığı anlaşılmıştır. Etrüsk'lerin yaşadıkları geçmiş tarih 4-5 bin yıl öncedir. Etrüskler Roma Kentini, ve Roma Devletini de kuran Türk'lerdir.
İTALYAN'LAR TÜRK MÜYDÜ? ULM'DA BİR İTALYAN
Mustafa Karakaş Beyin oğlu Çağrı Bey, İllertisen adlı yerleşkede 3. kümede top oynuyordu. Çalıştırıcısı {antrenörü}, bizi kahve içmeye çağırdı. Bizi kapıda karşıladı. Yemekhane, çayhane gibi kullanılan tesiste oturduk. Kahvelerimizi bir Alman Hanımefendi getirdi. Bu Hanım İtalyan Antonyo’nun Alman Eşiydi. Antrenör {çalıştırıcı} ile birlikte üç-beş Alman da bize katıldılar. Benim Türkiye’den konuk olarak geldiğimi öğrenince hoş-beş edip tanıştık. Aralarında biraz esmer tenli, onlara pek benzemeyen bir kişi daha vardı. Mustafa Bey bu kişiyi tanıtırken: İtalyan kökenli Emilio Antonio>Emilyo Antonyo olarak tanıtmıştı. Böylece oradakilerle tanışarak sohbet etmeye başladık. Mustafa Bey aramızda dilmaçlık yapıyordu. Dilmaç sözü tercüman anlamınadır. Almancada da aynen korunan Türkçe sözlerimizdendir. “DİLMAÇ” sözü Almancada: “DOLMACHER” şeklinde korunmuştur.
İtalyan Emilyo Antonyo’ya Tascana Üniversitesinin Etrüsk sinliklerindeki kemikler üzerinde DNA araştırması yaptığından bilgisinin olup olmadığını sordum. O, haberinin olmadığını söyledi. Bu araştırmaya göre İtalyanların DNA’larıyla Türk DNA’sının % 97 aynı çıktığını anlattım. Ben bunları anlatınca Sayın Antonyo, yerinden kalktı, koşarak bir kitap getirdi. Bu kitaptan ROMÜL ROMÜL dediği Romus ve Romulüs’ün fotoğraflarını göstermek istiyordu. Ben kendisine Latin sözünün ne anlama geldiğini bilip bilmediğini sordum. Sayın Emilyo bilmediğini söyledi. LATİN sözünün: “LAÇİN” sözünden T>Ç dönüşümü ile oluştuğunu, ”LAÇİN” sözünün, “DOĞAN” cinsinden yırtıcı bir kuş olduğunu açıkladım. Sayın Antonyo’ya, “ROMA” sözünün anlamını bilip bilmediğini sordum. O bilmediğini söyledi. Bu arada Almanlara bakıyor, tepkilerini anlamak istiyordum. Almanlar duydukları gerçekler karşısında şaşkına dönmüşlerdi. “ROMA” SÖZÜNÜN Irmak demek olduğunu açıkladım. Sayın Antonyo, İtalyancada sayılmayacak kadar çok Türkçe söz olduğunu açıkladı. Etrüsk yazıtlarını okuyan Adile Ayda’nın açıklamalarını aşağıda göreceğiz.
Roma Kentinin Etrüskler tarafından kurulduğunu, bu Kentin içinden akan Irmağın adının da Türkçe TEBER, TİBER, TEVERE olduğunu, bu adın ise; “çok kıymetli birinden kalan kıymetli bir hatıra“ anlamında Türkçe olduğunu söyledim. Hatta Ortadoğu’da Teber, Taber Gölünün olduğunu, TABERİ adlı ünlü bir Müslüman Tarihçinin varlığını biliyoruz. Konuşmalarımız öyle heyecanlı, öyle içten gelişti ki, İtalyanların köken olarak Orta Asya köken’inden geldiklerini, içtenlikle açıkladım. Bunun üzerine, oradaki Almanların şaşkın bakışları arasında İtalyan Sayın Emilio Antonio, daha da heyecanlanarak:
"ATAMIZ BİR >God<’IMIZ=TANRIMIZ BİR, KÖKÜMÜZ BİR, BİZ TÜRKLERLE AYNI SOYDAN GELİYORUZ. BEN TÜRK’ÜM” diye haykırmaya başladı. Orada hazır bulunan Almanlar daha da şaşırdılar. Bunun üzerine ben İtalyan Sayın Emilio Antonio ile kucaklaşarak kardeşliğimizi oradaki Almanların şaşkın bakışları arasında ilan ettik.
Yeniden masaya oturduk. Almanlar olup bitenlere ne diyeceklerini bilemez olmuşlardı. Öyle ki: Sayın Antonio’nun/Antonyo’nun bu davranışına şaşkın gözlerle bakıyorlardı. Bir ara masamızdaki Almanlara: “ Yakın bir zamanda Eislengen {Ayslengen okunur.} Kentine gittiğimi, bu kentin adının da Türkçe olduğunu söyledim. Onlar bir kat daha şaşırdılar. Eis, Ayıs, eis, İngilizce'de ice {ays}, ice cream {ays krem} dondurma demek olduğunu bu sözlerin ise Türkçe ayaz yani soğuk demek olduğunu açıkladım. (Ayas Bilgeata TIKLAYINIZ) Hatta: İes Berg; ays Berk sözünün dahi Türkçe olduğunu, Berg sözünün Türkçe berk, perk, sert, kavi, dayanıklı sözünden geldiğini tepe, dağ anlamında Avrupa'lılarca kullanılır olduğunu, Türkçede kale, kent, şehirlerin yüksek yerlerde yapıldığını, kentlerin kalelerin içine inşa edildiğini açıkladım. Bu sözün ayrıca da buz tepesi, buz dağı anlamına kullandıklarını da açıkladım. {NOT: Belgeleri az aşağıda sunulmuştur.} Onların şaşkınlıkları daha da arttı. Hatta ziyaret ettiğim Ausburg Kenti'nin adının dahi Türkçe olduğunu, Burg sözünün aynı anlamda berg sözünden bozulduğunu, berk sözünün ise Türkçede perk şeklinde de kullanıldığını, anlamının ise sert, kavi, güçlü, muhkem demek olduğunu kale, kent, şehir anlamına geldiğini söyledim. Ausburg sözündeki AUS sözünün ise dış, dışarı, evin dış kısmı demek olduğunu, bu sözün iki sözden oluştuğunu, AUS-BURG sözlerinin ise DIŞ-KALE, DIŞ KENT, DIŞ ŞEHİR demek olduğunu açıkladım. Ausburg Kentinin Almanya’nın dış kalesi, sınır kenti olduğunu orada öğrendim. Almanların hayretten ve şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemediklerine tanık oldum. Onlar Türkiye nerede biz neredeyiz. Bizimle Türk'lerin ne ilişkileri var, diyerek bu şaşkınlıklarını dile getiriyorlar, gerçekler karşısında da apışıp kalıyorlardı.
“Allah’a sığın şahsı halimin gazabından
Zira yumuşak huylu atın çiftesi PEK’ tir.”
Adana Valisi Ziya Paşa
“Etrüsk yazıtlarında Roma şehrine; RUMAH, RUMAK adı verilmektedir. Benim görüşüme göre bu kelime URUMAK okunmalıdır. Bilindiği gibi Türkçede lehçeye göre telaffuzu değişen URUMAĞ, IRIMAĞ, IRIMAK, IRMAK kelimeleri NEHİR>IRMAK anlamına gelir. Böylece, Etrüskler için en önemli bir IRMAK, yani TİBER üzerinde kurulmuş bulunan ROMA: IRMAK ŞEHRİ olarak adlandırılmıştır.” 1
.......................................
1} Etrüskler Türk mü idi? Adile AYDA Türk K.A. Enstitüsü.1974 Ankara S:78
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU –Bilge Ata-
FAN-FİNG ÇANG-ÇİNG
Benzer bir olay'ı, 30 küsur yıl önce Irak’ta Yüksek Lisansımı yaptığım Bağdat Üniversitesinde yaşamıştım. Yabancılar bölümünde, pratik konuşmalarımızın gelişmesi için bir kursa katılıyorduk. Yanımda Kayseri Dedeman Ortaokulu'ndan değerli ve kadim dostum Ali Başeğmez vardı. Bir ara mola sırasında, aynı kursta birlikte bulunduğumuz bir kaç Çin'linin, bir Arap profesöre, Çin'e gelmesi için ısrar etmekte olduklarını gördüm. Yanlarına vardığımda Arap profesörün isteksiz olduğunu sezdim. Konuşmaya katılarak bu Arap profesöre: “Türkiye daha yakındır, daha gelişmiştir” diyerek Türkiye'ye gelmesini teklif ettim. Çin'liler: “Türkçe zor bir dil'dir. Çince kolaydır” dediler. Ben de Türkiye’de halk arasında ecnebi diller için: “FANFİN” denildiği gibi Çince için Çince: “FAN FİN - ÇANG ÇİNG” dedim. Benim bu sözüme Çin'liler çok şaşırdılar. Birbirlerine: “Üstad Rüstem “ÇANG-ÇİNG” 'i biliyormuş demeye ve hayretten ne yapacaklarını şaşırmaya başladıklarını gördüm. Bu sefer şaşırma sırası bana gelmişti. Ben öylesine bir tekerleme olan bir söz söylemiştim. Ama şimdi görüyordum ki, bu sözün bir anlamı varmış. Yarabbi ne etsem, ne eylesem demeye başladım. Ya bunlar: “ÇANG-ÇİNG” ne demektir, anlamını biliyor musun?” derlerse, ben ne yapacaktım? Diye yüreğim hop oturup hop kalkıyordu. Yüce Rabbim yakarışlarımı kabul etti. Iraklı Profesör merakla: “Bu ÇANG-ÇİNG ne demektir?” diye soruverdi. Onlar da: “ÇANG-ÇİNG” “Sedd-i Sıniy”>”ÇİN SEDDİ” demektir dediler. Şükürler olsun yükümü Arap profesör üstümden almıştı. Ben hiç vakit geçirmeden cevabımı yapıştırdım: ”İşte O SET’İ, Türklerin korkusundan yaptınız” deyiverdim. Bu sefer, şaşırma sırası yeniden Çin'lilere gelmişti. Onlar hep bir ağızdan: “Türkiye nerede, biz neredeyiz?” diye bağrışmaya başladılar. Benzer tepkiyi 30 küsur yıl sonra Almanya’nın ULM Kentine bağlı bir yerleşke olan İllertisen de Almanlardan görmekteydim. {Not: Bu İllertisen sözünün de Türkçe olduğunu İnşallah ileride web sitemde açıklayacağım} Çinliler, “Türkiye, Asya'nın en batı ucunda, Çin en doğu ucundadır. Biz sizden neden korkalım?” dediler. Ben “Hun Türk'leri, Çin'i işgal etmek istiyorlardı. Bu Setti onun için yaptınız. Ama yine de fayda etmedi, Hun Türk'leri Çin'i işgal ettiler” dedim. Bunun üzerine bir kaçı oraya buraya koşuşturmaya başladılar. Bir süre sonra tarih bölümünde okuyan bir Çinli bulup getirdiler. Durumu ona anlattığımda o, “SAH” dedi: Anlamı Arapçada ‘sahih’, yani doğru, demektir. Çinliler ve biz Irak’ta Arapça konuşarak anlaşmakta idik. Almanlar da Türkiye nerede, Almanya nerede? Almancada Türkçenin ne işi olacak der gibiydiler. Şu anlattıklarımın onlarda derin izler bırakmış olduğunu apaçık görüyordum. Bu gibi tebliğlerin sürekli olması, ekipler halinde yapılması gerekir. Oradakilere: “Allah'a ısmarladık” diyerek ayrıldık. Dışarı çıktığımızda İtalyan Türk Kardeşimiz Sayın Emilyo Antonyo ve saygı değer Eş’i Hanım Efendi’nin büyük kadirbilirlik göstererek ve bir Avrupa'lı gibi değil de bir Türk ailesi gibi bizi uğurlamaya çalıştıklarını görmekten büyük kıvanç duydum. Hatta dışarıya çıktığımızda dahi, bizi bırakmayarak zihinlerine takılan nice sorular sormaya devam ettiler. Biz de aklımızın erdiği kadar bildiklerimizi anlattık.
1993 yılında öğretmenlikten emekli olduktan sonra, bütün zamanımı, araştırmaya ayırdım. İslâm Dini, Kur’an-ı Kerim üzerindeki çalışmalarım sürmektedir. Tarih, dil, etimology, köken bilimleri, siyaset, toplum bilimi üzerindeki çalışmalarımı sitemizde yayınlıyorum. Basıma hazır durumda iki kitabım basılmayı bekliyor. Yurt içinde ve yurt dışında sohbetleri sürdürmek istiyorum. Davet olursa katılırım. Yakında, “AKDAMAR {AHTAMARA} ADASI İLE AYASOFYA CAMİSİ” “ÇALINAN TÜRK TARİHİ” serisinden yayına sunulacaktır.
Değerli okurlarımın, sevgili ziyaretçilerimin belgeli, sağlam bilgilere ulaşmaları için gecemi gündüzüme katarak araştırmalar yapmaktayım. Milletimizin, şimdiye dek saklı kalmış öz eserlerini, öz değerlerini kendi öz kökenlerinden ürettikleri şaheserleri ortaya çıkarmak için gecemi gündüzüme katarak çalışıyorum.
Esenlik dileklerimi sunarım.
YANLIŞ EZBERLERİ BOZACAĞIM.
30/Mart/2010
Rüstem KOCADURMUŞOĞLU
Bilge Ata-Eğitimci Yazar
Teolog-Kökenbilimci
TÜRKİYE
|